
KADINA YÖNELİK ŞİDDETİN FAİLİ OLARAK DEVLET
- İnsan HaklarıMakale ve Haberler
- Kasım 25, 2021
- 20 Dakika Okuma Süresi
Saltuk BUĞRA KURT
İhraç Savcı/CBJ Üyesi

25 Kasım günü Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulunca, 1999 yılında Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü olarak ilan edilmiştir. Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Gününün 25 Kasım olarak belirlenmesi, 1960 yılında Dominik Cumhuriyeti’nde ülkeyi diktatörlükle yöneten Rafael Trujillo’ya karşıtlığıyla bilinen Mirabal Kardeşler adlı üç kız kardeşin (Patria, Minerva ve Maria Teresa), Trujillo’nun: “Ülkede iki tehlike var: Kilise ve Mirabal Kardeşler” şeklinde yaptığı açıklamadan günler sonra dövülerek vahşice öldürülmelerine dayanmaktadır. Tahmin edilebileceği gibi diktatörlükle yönetilen ve basın özgürlüğünün olmadığı ülkede Mirabal kardeşlerin öldürülmesinden sonra, ertesi gün gazeteler kız kardeşlerin bir kaza sonucu öldüğüne dair haberler yapmışlardır[1].
Bu trajik olaydan yıllar sonra 1981’de Dominik’te toplanan Latin Amerika Kadın kurultayında; 25 Kasım, “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele ve Uluslararası Dayanışma Günü” olarak kabul edilmiştir. Daha sonra 1999 yılında, BM tarafından “25 Kasım, Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü” günü ilan edilmiştir.
Dünyada kadını şiddete karşı korumak için atılan adımlara paralel olarak Türkiye de gerek BM gerekse Avrupa Konseyi nezdinde hazırlanan bu kapsamdaki birçok sözleşmeye imza atmıştır. Bunlardan somut denetim ve etkili koruma getirmesi bakımından belki de en önemlisi İstanbul Sözleşmesidir. İstanbul Sözleşmesi, Türkiye’nin Avrupa Konseyi dönem başkanlığını sürdürdüğü 2011 yılında İstanbul’da düzenlenen bir toplantı sırasında imzalanan ve kadına yönelik fiziksel, cinsel, psikolojik şiddet, cinsel ve her türlü taciz ve zorla evlendirmenin yasalarla cezalandırılmasını öngören dünyanın ilk ve tek bağlayıcı sözleşmesidir. Sözleşme hükümlerinin devletler tarafından ne derece yerine getirildiğini denetlemek üzere on uzmandan oluşan bağımsız bir organ oluşturularak denetim sistemi öngörülmüştür.
Avrupa Konseyi dönem başkanı sıfatıyla metnin imzaya açılmasını sağlayan ve bu kapsamda ilk imzalayan ülke Türkiye olmasına rağmen 20 Mart 2021 tarihinde Resmî Gazetede yayımlanan 3718 sayılı cumhurbaşkanı kararı ile Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından İstanbul Sözleşmenin feshedilmesine karar verilmiştir. Sözleşmenin feshi, konuya ilişkin bildirimin Avrupa Konseyi Genel Sekreterliğine ulaştırıldığı tarihten itibaren üç aylık sürenin bitimini izleyen ayın birinci günü yürürlüğe gireceğine dair hükümden dolayı Türkiye, 1 Temmuz 2021 tarihinde İstanbul Sözleşmesinden resmen çekilmiştir.
Kadının korunması, kadına yönelik şiddetin engellenmesi ve insan hakları konusunda devlete pek çok yükümlülük getiren bu sözleşmenin neden feshedildiğine dair ikna edici bir açıklama yapılmamıştır.
Şiddet genel olarak, kişinin onuruna, bedensel bütünlüğüne, özgürlüğüne, yaşam hakkına, güvenliğine ve cinselliğine yönelik zorlayıcı ve saldırgan davranışların bütünüdür[2].
6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanunda şiddet; kişinin, fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik açıdan zarar görmesiyle veya acı çekmesiyle sonuçlanan veya sonuçlanması muhtemel hareketleri, buna yönelik tehdit ve baskıyı ya da özgürlüğün keyfî engellenmesini de içeren, toplumsal, kamusal veya özel alanda meydana gelen fiziksel, cinsel, psikolojik, sözlü veya ekonomik her türlü tutum ve davranış şeklinde tanımlanmıştır. Kadına yönelik şiddet ise ayı kanunda; kadınlara, yalnızca kadın oldukları için uygulanan veya kadınları etkileyen cinsiyete dayalı bir ayrımcılık ile kadının insan hakları ihlaline yol açan ve şiddet olarak tanımlanan her türlü tutum ve davranışlar şeklinde açıklanmıştır.
Dünya Sağlık Örgütü şiddeti, sahip olunan fiziksel, güç ya da kudretin, tehdit yoluyla ya da doğrudan kendine, bir başka insana, bir gruba ya da topluma karşı yaralanma, fizyolojik hasar, gelişme bozukluğu ya da gerilikle sonuçlanacak ya da sonuçlanma olasılığı yüksek bir biçimde uygulanması olarak tanımlamaktadır[3].
Birçok farklı şekilde uygulanma ihtimali bulunan şiddet dört kategoride ele alınabilir. Bunlar fiziksel şiddet, psikolojik şiddet, cinsel şiddet ve ekonomik şiddettir[4].
Fiziksel şiddet, bireyin bir başka kişi tarafından fiziksel saldırıya uğraması halidir. Fiziksel şiddet, şiddetin en sık ve görünür biçimidir. Kontrol etmeyi, acı ve korku yaşatarak istekleri gerçekleştirmeyi hedefler. Fiziksel şiddetin kadın üzerindeki olumsuz etkileri kendini değersiz hissetme, özsaygısını yitirme ve korku olarak kendini göstermektedir.
Psikolojik şiddet, fiziksel bir eylem uygulamaksızın kişinin ruh sağlığını bozucu davranışlarda bulunma şeklinde tanımlanabilir. Bağırma, azarlama, sözünü kesme, alay etme, lakap takma, gururunu incitecek sözlü davranışlarda bulunma ve benzeri hareketlerdir.
Psikolojik şiddetin kadınlar üzerindeki etkileri, kadının kendisine olan saygısında, kendisine verdiği değerde ve öz yeterlilik değerlerinde azalma, herhangi bir sorumluluk almada görülen isteksizlik, duygusal ilişkilerde zorluk, diğer bireylerle kurduğu ilişkilerde sorunlar yaşama, kişilik gelişimi ile ilgili sıkıntılar ve kendini yetersiz ve beceriksiz hissetme şeklinde özetlenebilir.
Cinsel şiddet, kadının rızası olmadan ya da rızasını baskı sonucu elde ederek cinsel ilişkiye zorlanması olup genellikle fiziksel şiddetle beraber görülür.
Ekonomik şiddet, en basit tanımla kişilerin çalışma ve gelir sağlama özgürlüklerinin elinden alınması şeklinde tanımlanmaktadır.[5].
Gerek ülkemizde gerekse dünyanın pek çok ülkesinde kadına yönelik şiddet, aile içi şiddet kapsamında değerlendirilmektedir. Kadına yönelik şiddetin büyük kısmının aile içinde gerçekleşmesi nedeniyle bu tabirin haklılık payı varmış gibi görünmesine rağmen ‘aile içi’ ifadesi kadına yönelik şiddetin işleniş şekline mahremiyet katmakta ve bu olgunun Devletin sorumluluk alanın dışındaymış gibi bir algı oluşmasına neden olmaktadır.
Ancak hem BM bünyesindeki CEDAW Komitesi[6] hem de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararında devletin kadına yönelik şiddeti engellemek, mağduru korumak ve faili etkin şekilde cezalandırmak gibi sorumluluklarının olduğu açık şekilde belirtilmiştir. Bu kararlara göre, ister kamusal alanda kamu görevlileri isterse özel alanda şahıslar tarafından işlensin, devlet, şiddet sayılan fiillerin önlenmesi, soruşturulması ve faillerin ulusal hukuka göre cezalandırılması konusunda gerekli özeni göstermekle yükümlü olup bu yükümlülüğe uygun olarak hareket etmelidir.
Bu bağlamda, devlet bir yanda genel olarak şiddetin kökenini oluşturan sebeplere ve bunun sonuçlarıyla mücadeleye ilişkin etkili ve iyi işleyen bir yapının kurulmasını sağlamak, diğer yandan da her bir şiddet mağduruna etkili bir koruma, önleme, tazmin hizmeti sunmak, failleri de caydırıcı bir şekilde cezalandırmak ile yükümlüdür[7].
Pozitif yükümlülük şeklinde ifade edilebilecek yukarıda belirtilen hususların yanı sıra belki de daha önemlisi Devletin, kamu gücünü kullanan kamu görevlileri eliyle kadına yönelik şiddet uygulamaması ve bu şiddete kamu gücün alet edilmemesi şeklindeki negatif yükümlülüğü de bulunmaktadır.

Ancak son yıllarda maalesef Devlet adına hakaret eden kamu görevlileri ulusal ve uluslararası düzenlemelere aykırı olarak sistematik şekilde alenen kadına yönelik şiddet uygulamaktadır. Görsel medyada defalarca şahit olduğumuz üzere polis veya diğer kolluk kuvvetleri kadınların katıldığı pek çok gösteri ve yürüyüşü insanlık onuru ve insan haklarına aykırı şekilde şiddet kullanarak engellemiş, kadınları orantısız güç kullanarak gözaltına almış ve gözaltında kötü muameleye tabi tutmuştur.
15 Temmuz 2016 tarihindeki darbe girişiminden sonra ilan edilen OHAL kapsamında, ülkedeki pek çok özgürlük sadece kağıt üzerinde mevcut olup bu özgürlüklerin kullanılması neredeyse imkansız hale gelmiştir. Darbe girişiminden sonra özgürlüklerin kısıtlanmasını ya da hükümetin herhangi bir politikasını eleştirmeye yönelik her gösteri bünyesinde bir Gezi Parkı direnişi başlatma ihtimali olduğundan hükümet tarafından en kısa ve etkili yöntemle engellenmiş ve müdahale edilmiştir.
Bu müdahaleler sırasında kamu gücünü fiziksel olarak kullanmaya yetkili kolluk gücü amirleri, müdahale sırasında uygulanan her türlü şiddeti Devlet adına mubah gömüş ve kadınlara yönelik alenen uygulanan fiziki şiddetin insan hakları ihlaline yol açmasına rağmen ses çıkarmamışlardır. Bu tarz şiddet uygulamaları görsel basın-yayın organlarında ve sosyal medyada hemen hemen her gün yer almıştır. Bu görüntülerin vuku bulmasından ziyade bunların görsel olarak medyada yer almasından rahatsız olan Emniyet Genel Müdürlüğü, toplumsal olaylar sırasında polislerin görüntülerini ya da seslerini kaydeden kişilerin engellenmesi ve haklarında adli işlem yapılmasını öngören genelge yayımlamıştır. Ancak bu genelge yakın zamanda Danıştay tarafından iptal edilmiştir.
8 Mart Dünya Kadınlar Günü, İstanbul Sözleşmesinin feshedilmesi veya meydana gelen bir kadın cinayetini ülke genelinde protesto etmek isteyen yüzlerce kadına göz yaşartıcı gaz ve tazyikli su ile ciddi yaralanmalara yol açacak şekilde polisler tarafından müdahale edildiği görülmüştür. Görüldüğü gibi Devlet, bir günde istatistikleri alt üst edecek kadar kadına, insan haklarına aykırı olarak kötü muamele kapsamında değerlendirilebilecek şekilde fiziki şiddet uygulamakta hiçbir sakınca görmemektedir.

Yine Türkiye Büyük Millet Meclisinde pek çok sefer dile getirildiği üzere cezaevlerinde veya gözaltı sırasında karakollarda kadınların çıplak aramaya maruz kaldıkları ve bunun cinsel şiddet teşkil ettiği tartışma götürmez bir olgudur. Çıplak arama insanın vücut ve cinsel dokunulmazlığı ile mahremiyetini ihlal eden insan onurunu hiçe sayan bir uygulamadır. Başlarda pek çok kişi ve kurum tarafından dile getirilmesine rağmen Hükümetçe inkar edilen olağan çıplak arama uygulamasına yakın tarihte Cumhurbaşkanı imzası ile Resmi Gazete’de yayınlanan yönetmelik değişikliği son verilmiş ve makul ve ciddi emarelerin varlığı halinde kurum en üst amirinin gerekli görmesi halinde yapılabileceği belirtilmiştir[8].
Hamile veya küçük yaşta çocuğu olan kadınların tutuklanması, içinde bulundukları özel durumları ve cezaevi şartları dikkate alındığında bu şekilde cezaevinde bulunmaları hem fiziki hem de psikolojik şiddet olarak Devlet tarafından uygulanmakta veya uygulanmasına göz yumulmaktadır. 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin Uygulanması Hakkındaki Kanun, hamile kadınlara altı aydan daha küçük bebeği olan kadınların tutuklanmasını yasaklamıştır. 5275 sayılı Kanunun 16/4 maddesine göre, “Hapis cezasının infazı, gebe olan veya doğurduğu tarihten itibaren altı ay geçmemiş bulunan kadınlar hakkında geri bırakılır.” 5275 sayılı Kanunun 116. maddesine göre, yukarıdaki hüküm “tutuklular” hakkında da uygulanır. Özel ilgiye ihtiyaç duyan hamile bir kadının kanuna aykırı olarak tutuklanması açık bir insan hakkı ihlali olmakla birlikte kadına yönelik şiddetin en özgü halidir. Yine herhangi bir disiplin cezası bulunmayan kadınların yıllarca tek kişilik hücrelerde tutulması, bir infaz şeklinden ziyade kötü muamele boyutuna varan insan hakkı ihlali ve psikolojik şiddettir. Avrupa Konseyi 2020 Ceza İstatistiklerinde, 31 Ocak 2020 tarihi itibarı ile Türkiye’deki cezaevlerinde 11 bin 586 kadın tutuklu ve hükümlü ile cezaevinde annesi ile birlikte kalan çocuk sayısı 803 olarak belirtilmiştir[9].

Yukarıda belirtilen ve kamu görevlileri tarafından gerçekleştirilen kadına yönelik şiddet olaylarının hemen hemen hepsinin AİHM tarafından, İnsan Hakları Sözleşmesinin 3. maddesi kapsamında işkence ve kötü muamele yasağının ihlali kabul edildiğini belirtmek gerekir. Bu bağlamda AİHS’nin 3. maddesi kapsamında korunan hakkın karşısında Devletin, bireyi işkenceye ve insanlık dışı veya aşağılayıcı muamele veya cezaya tabi tutmama şeklindeki negatif yükümlülüğünü açık şekilde ihlal ettiği söylenebilir.
Kadına yönelik şiddeti önlemek ve bu konuda gerekli tedbirleri alması gereken Devletin hiyerarşik yapısı içinde yer alan kamu görevlilerin gerçekleştiği aleni şiddet uygulamaları, kadına yönelik şiddet uygulayan sivil failler üzerinde olağan ve sıradan bir eylemmiş ve cezasızlık sebebiymiş gibi algıya yol açmaktadır.
Sonuç olarak gerek uluslararası gerekse ulusal pozitif düzenlemelere rağmen Devlet’in şiddete karşı korumak için çaba sarf etmesi gereken kadınlara, bu tür uygulamaları teşvik eder şekilde yükümlülüklerini hiçe sayarak fiziki, psikolojik ve cinsel şiddet uygulamasına derhal son vermeli, bu tür uygulamaları gerçekleştirenleri etkili şekilde cezalandırmalı ve mağdurların zararlarını tazmin etmelidir.
Son olarak alkol ve sigara konusunda ciddi hassasiyet gösteren RTÜK’ün kadına yönelik şiddeti özendiren ve teşvik eden görüntüler karşısında da aynı hassasiyeti göstermesi kadına yönelik şiddetin önlenmesine katkı sağlayacağı muhakkaktır.
[1] https://tr.wikipedia.org/wiki/Mirabal_Karde%C5%9Fler
[2] OĞUZ N. Yasemin, Şiddeti Anlamak, Bilim ve Ütopya Aylık Bilim Kültür ve Politika Dergisi, Yıl 1998, s. 62.
[3] ÇALIŞKAN Hande, Kadına Yönelik Şiddetin Belirleyicileri: Türkiye Örneği, Balkan Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 7, Sayı 14, Yıl 2018, s. 218
[4]SUBAŞI Nükhet, AKIN Ayşe, Kadına Yönelik Şiddet; Nedenleri ve Sonuçları, http://www.huksam.hacettepe.edu.tr/Turkce/SayfaDosya/kadina_yon_siddet.pdf
[5] AKKAŞ İbrahim, UYANIK Zeki, Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi SBE Dergisi, Sayı 6, Yıl 2016, s. 32-42; SUBAŞI N, AKIN A, Kadına Yönelik Şiddet; Nedenleri ve Sonuçları, http://www.huksam.hacettepe.edu.tr/ Turkce/SayfaDosya/kadina_yon_siddet.pdf
[6] Convention on the Elimination of All Forms of Discrimination Against Women – Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Yok Edilmesi Sözleşmesi
[7] DOĞAN Recep, Kadının Şiddete Karşı Korunmasında Devletin Özen Yükümlülüğü ve Uluslararası Standartlar, Ankara Barosu Dergisi, Yıl 2016, s.100
[8] https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2021/11/20211112-5.pdf
[9] https://www.dw.com/tr/n%C3%BCfusa-g%C3%B6re-tutuklu-oran%C4%B1nda-t%C3%BCrkiye-avrupa-birincisi/a-57133469