Hür Olmaktı Hayalim
- Ana Sayfa HaberleriAna Sayfa SliderMakale ve Haberler
- Haziran 22, 2022
- 7 Dakika Okuma Süresi
Kübra DENİZ
(İhraç Hakim)
“Aidiyet olmazsa firak da olmaz.”
Akşam her yer zifiri karanlık, kendime rehber olarak seçtiğim iki kaçakçıyı hızlı adımlarla çamurlu yollardan takip etmeye çalışıyorum, çalışıyoruz. Ben ve dört kişi, bir de Ali. (4 yaşında.) O henüz en güvenli alanda annesinin kucağında derin uykularda. Ve biz uzun ve karanlık yolda balçığa bata çıka ilerlemeye çalışıyoruz. Bir anda çocuk çığlıklarını andıran bir ses duyuyorum, ağlamalar geliyor kulağıma. Etrafta bizden başka kimse yoktu ve Ali hala uyuyordu.
Oradan tüm zorluklarla geçmeye çalışan, bedenleri kalıp ruhları uzaklara taşınan çok kişi yok muydu?
Duyduğum kesinlikle onların çığlıklarıydı biliyorum. Ve içimin sızısını tutamıyordum. Bizde onlar gibi akıbetimizden habersiz hür olma adına tüm dünyadaki milyonlarca insan gibi olabilecek her şeyi göze alarak bu yola koyulmuştuk. İlk değildik ve ne acıdır ki son da olmayacaktık. Çünkü bu koskoca yeryüzüne bir avuç insan topluluğu kendini sığdıramıyordu.
O kapkara gecede yürümeye devam ettik, hep arkadan yetişebiliyordum diğerlerine. Biri bana göğe bak dedi, başımı kaldırdım, parlament mavi bir gökyüzü, birkaç yıldız. “Ey yerin, göğün ve ikisinin arasındakilerin Rabbi! Sen bu aciz kulundan haberdarsın.” diye geçebildi içimden. Ama bir an mutlu oldum, demek ki her yer karanlık değilmiş. Ufuk aydınlık olabilirmiş. Ve ben aydınlığa yürümeye devam ettim.
Nelere tanıklık etmiş o Meriç’in kıyısındaydık. Küçücük turuncu bir bot, beş kişi bir çocuk hiçbir şey düşünmeden başka birinin komutuna itaat ettik, batmaması mucize bir bota bindik, o batmayan yatık halde ilerleyen bota binerken can yeleklerimizin bile olmadığını çok sonra farkedecektik. 21’e sayana kadar karşıda oluruz demişti Ali’nin annesi. Gözümü kapadım, 42 oldu açtım, nehrin ortasındayız, bot su almış ve akıntı ters yönde olduğu için ilerleyemiyoruz. Hemen gözümü yeniden kapadım. Biraz daha zaman geçince çalılıkların arasından kıyıya tam yanaşmadan inmemizi istediler. Ama ben korkuyordum. Ömrüm boyunca 1,55’lik havuzdan daha derin bir yerde yüzmemiştim ki.
Bunları düşünürken bir anda botun patladığını söyledi biri ve o telaş ile suya düştüm, sırtımda çantamın verdiği ağırlık ile kendimi kurtaramıyordum. Derken biri tuttu beni, öyle bir tuttu ki kendi canı pahasına, düşebilirdi, buna rağmen bırakmadı.
Ben o anlarda yeryüzündeki son soluklarımı alıp verdiğimi düşünüyor ama hiçbir zaman da darda koymayana naz ile niyazda bulunuyordum. “Allah’ım hani benim hikayem böyle bitmeyecekti.” Hikâye böyle bitmemeliydi zira ümit ettirdiği şeyleri yaşatacaktı, vaatleri o yöndeydi. İşte tam da bu nedenle bu hikâye böyle bitmemeliydi. Büsbütün ıslanmış şekilde karaya ulaşmamıza müsaade etti. Belki de ikimiz arasında gizli bir sözleşmeydi. Hayatıma nokta konulacak yerde virgül ile ara verilmesi.
Meriç’e ve Yunanistan sınırından vatanımdaki ezan okunuşuna son bir bakış, son bir duyuş ile veda ettiğimi düşünerek derince bir iç çektim. Birkaç saattir ıslak, dişlerim birbirine hızlıca çarpan bir şekilde donmaya ramak kala Yunanistan’da Meriç kıyısında bekliyorduk. Kâbusum olabilecek bir tablo ara sıra gözümün önüne geliyor ve ben gözlerimi kısarak olmayacağını umuyordum. Fakat bir anda ellerinde koca koca silahlarla bulunduğumuz yerin üst kısmından Yunan sınır askerleri bağırarak yanımıza geldi. Ellerinde silahlar. İlk defa silah yöneltilmişti. Peki şimdi ne olacak sorusu beynimi kemirirken kim bilir o kıyıda kaç kişi faili meçhul bir şekilde öldürülerek Meriç’e bırakılmıştı. Ölüme bahane “boğuldu” demek kadar kolaydı. Vatansız kalmış ise bir insan, yaşamak hakkı mıydı? Virgül ile devam emri verilen yaşamın yoksa son noktası burası mıydı?
Birçok şeyi idrak etmekte zorlanıyor ve ısrarla kendimizi, çaresizliğimizi anlatmaya çalışıyorduk.
Sahi hangi insan huzur ve güven ile yaşadığı kendi öz topraklarını canı pahasına terk ederdi ki. Ortamın biraz yatıştığını sandığım anda yeniden bir kargaşa oluştu, anlayamadım. Birden aramızdan bir beyi bir köşeye çekerek silah doğrulttular. Silahı ateşleyeceklerini hayal edip ne yapacağımı şaşırmıştım. Sonra yaşamın çok kısa sürede iki defa kayıp gitmesi ile burun buruna kaldığımdan mıdır bilemiyorum, kendimi bir anda askerler ile arkadaş arasında buluverdim.
Sahi emanet olan can kadar yol arkadaşı da emanet değil miydi?
O şok ve haykırışların içinde yeniden kendimizi ısrar ile anlatmaya çalıştım ama anlattıklarımı dinlemediğinden bir o kadar da emindim. Belki de kendilerince rahat işlem yapabilmek için bizleri polis memuruna teslim edeceklerini ve deport edilmeyeceğimizi söylediler, bir an rahatlamıştım.
Bir diğer yandan da içimde bir kuşku çünkü polis aracı ardımızdan gelerek ilerliyor, bizim yürümemizi istiyorlardı. Yol ayrımına geldiğimizde bizi darbe dönemlerinde insanları topladıkları tabut şeklinde kapalı bir araca bindirdiler. Sırt çantalarımızı ayrı bir araca koyduk. Ali’nin çantasının yanımızda olmasını istedik, alabildik. Ardından bizim bulunduğumuz araç ile eşyalarımızın bulunduğu araç iki farklı yöne ilerledi. Yine de bir ümit, küçük de olsa, karakola götürüleceğimiz, resmi olarak bu topraklarda olacağımız için güvende hissedebiliriz diye düşünürken Meriç’in başka kıyısında Türk askeri bölgesi sınırında bulduk kendimizi.
Yaşanan onca şeyi idrak etmekte öyle zorlanıyordum ki, bunları ben değil kesinlikle başka biri yaşıyor ben sadece izlemekle yetiniyordum. Bağırma sesleri ile araçtan indik, üç kişiydiler, birinin elinde uzun bir sopa sürekli sağa sola vuruyorlardı. Amaç korkutmaksa, başarıyorlardı. Ama yine de bir ümit hala bir köşemde duruyordu. Derken arkasında siyah bir bot taşıyan araç geldi ve içinden zayıfça, çelimsiz dört adam indi. Bir yandan asker tarafından zorla botlara bindirilirken, bir yandan da botta bize refakat edecek bu dört kişinin kim olduğunu düşünmeden edemiyordum. Halbuki bizi geri götüren onlardı, ama gördüğüm onlar da en az bizim kadar mutsuzdu. Ya da ben öyle düşünmek isterken, Türk askeri bölgesinde bulduk kendimizi. Velhasıl seher vaktinde Meriç’e ve bu topraklara ettiğimi sandığım veda çok erken idi…