AİHM’in Ilıcak kararı: Türkiye’de aydınlara uygulanan baskı yoğun otosansüre yol açtı
- Ana Sayfa HaberleriMakale ve Haberler
- Ocak 19, 2022
- 10 Dakika Okuma Süresi
- Melike Demir
(CBJ Yönetim Kurulu Eş Başkanı)
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) darbe girişiminin devam ettiği sırada yapmış olduğu twitter paylaşımları ve çalıştığı medya kuruluşunun “terör örgütü ile iltisaklı olması” nedeniyle “terör örgütü üyeliği” suçlamasıyla tutuklanan gazeteci Nazlı Ilıcak hakkında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 5. maddesi altında korunan özgürlük ve güvenlik hakkı ile 10. Madde altında korunan ifade özgürlüğünün ihlal ettiğine karar verdi.
Mahkeme bu ihlaller için Türkiye Hükümeti’nin Ilıcak’a 16 bin Euro tazminat ödemesine hükmetti.
Ilıcak kararı Türkiye’de “FETÖ/PDY yargılamaları” olarak ifade edilen süreçler hakkında verilen AİHM kararları zincirinin en son ve önemli halkalarından birini oluşturuyor.
Daha önce Mehmet ve Ahmet Altan, Şahin Alpay, Atilla Taş gibi gazeteciler hakkında ihlal kararları veren AİHM son olarak Nazlı Ilıcak hakkında haksız ve uzun tutukluluğu ve ifade özgürlüğünün ihlal edildiğine karar verdi.
Kararın sonuç bölümüne bakıldığında, belki de tek kişi hakkında verilen bir karar olmasının yararı olsa gerek, AİHM bir süre önce 427 hakim ve savcı hakkında verdiği kararda “toptan ihlal indirimi yapma” garabetine düşmemiş görünüyor ki bu oldukça iyi bir gelişme.
Tabii bunda AİHM’in ifade özgürlüğüne ilişkin ihlalleri daha bir ciddiyetle ele almasının da etkin olduğunu söylemek yanlışı olmaz.
Bu yaklaşımın nedeni, fikir, inanç, ifade gibi haklara ilişkin ihlallerin Avrupa demokrasisinin üzerine inşa edildiği temel değerlere karşı doğrudan bir tehdit oluşturduğu düşüncesidir.
İfade özgürlüğü konusunda AİHM’in en tehlikeli gördüğü husus bu hak üzerindeki baskının zamanla oto-sansüre neden olmasıdır.
Türkiye’deki genel duruma bakıldığında, bu tehlikenin halihazırda gerçekleşmiş olduğu açıkça görülecektir.
Bu tehdidin en ciddi sonucu ülkede yaratılan korku ve baskı ortamının verdiği güvenlik endişesi ile yazar ve gazeteci gibi meslekleri icra eden kişilerin oto-sansür uygulamalarıdır.
Daha açık bir ifade ile kendilerine karşı kişisel bir baskı ve tehdit söz konusu olmadan kendi kendilerine sansür uygulamaları ve ifade etmeleri gereken şeyleri, muhtemel gözaltı, tutuklama ve yargılama tehdidi nedeniyle söylememeleridir.
Bu boyutta bir tehdit maalesef söz konusudur ve özellikle gazeteci ve yazarlar üzerinde bu baskının oluşturulması konusunda büyük ölçüde başarılı olunmuştur.
Örneğin Ahmet Altan uzun süre tutuklu kaldıktan sonra tahliyesinin ardından yazdığı bir yazı nedeniyle tekrar tutuklanmıştı.
Bu bize, ülkedeki mevcut yargının, verdiği kararlarda, olay bazında uygulanması gerekli esas ve usul kurallarını uygulamak yerine, o olay üzerinden topluma, başlarına gelebilecekler hakkında bir fikir verme kaygısı taşıdığını açıkça göstermektedir.
Özellikle Altan Kardeşler, Şahin Alpay, Nazlı Ilıcak gibi yaş ve sağlık durumları itibariyle cezaevinde olmaması gereken insanların tereddütsüz bir şekilde, hem de “subliminal mesaj vermek” gibi psikoloji kitap ve bilim-kurgu filmleri ile yarışır bir yaratıcılıkla öne sürülen sebeple tutuklu olarak yargılanması, bu durumu gören ve eli kalem tutan fikir sahiplerine “onları bile” dedirterek mükemmel bir oto-sansür ortamı sağlamaktadır.
Ilıcak ve onun gibi yaş ve sağlık durumları nedeniyle yaptıkları bu mücadelede bir nebze daha önemli saygın olan gazeteci ve yazarların yaptıklarına tüm minnet ve saygımla şu tespiti de yapmak durumundayım:
Bu karardaki başvurucu Nazlı Ilıcak’ın daha tahliye olmadan içerden Cumhurbaşkanına yazdığı özür mektubu ve tahliyesinden yaklaşık iki yıl geçmesine rağmen kamusal tartışma ortamından çekilmiş olması bu yıldırma politikasının etkisini gösterdiğinin işaretidir.
Bakınız, daha bu kararın verilmesinden iki gün önce bir cep telefonu ve mikrofonla sokakta röportaj yapan gençler sabahın köründe gözaltına alındılar.
Bu noktada şu hususun da en azından tarihe not düşülmesi açısından burada ifade edilmesi gerekiyor:
Bu sürecin başından beri mağduriyetleri AiHM tarafından tespit edilen gerek gazeteci ve yazarlara gerek farklı meslek gruplarından kamu görevlilerine ait başvurularda, büyük ümitlerle “AİHM’i Türkiye’ye getiriyoruz” sloganı ile hayata geçirilen Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru yolunun (en azından kişi özgürlüğü ve güvenliğine ilişkin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 5. Maddesi ve yine sözleşmenin 10. Maddesi tarafından korunan ifade özgürlüğü açısından) etkin bir iç hukuk yolu olmadığına karar vermek için AİHM daha ne olmasını beklemektedir?
Türkiye gibi, bireysel başvuru yolunun mevcut olduğu birçok ülkenin yüksek mahkemelerine başvuru yolunun etkin bir iç hukuk yolu olmadığını hızlı ve kararlı bir şekilde tespit edip doğrudan AİHM’e başvuru yolun açan AİHM, neredeyse Avrupa dışındaki topraklarda yaşanan bir toplu hukuk kıyımına dönüşen bu sistematik ihlaller karşısında henüz “idari pratik haline dönüştü” ifadesini bile kullanmaktan çekiniyor.
Beş yılı aşkın süredir devam eden ve yargı sisteminin bizzat kendisi haline gelen ve tam siyasi desteğe sahip bu ihlaller karşısında AİHM’in bu tür başvurulardaki ihlal tespitlerini kişisel seviyede tutma çabası, bu başvurulara nazaran daha az sistematik olan önceki ihlal kararlarındaki tutumu ile çelişmektedir.
Bizzat Anayasa Mahkemesinin resmi sosyal medya mercilerinde bulunabilecek Anayasa Mahkemesi ve AİHM’in ortak programlarının içeriğine 10 dakikanızı ayırıp bakarsanız, AİHM gözünden Anayasa Mahkemesine bakışın bilinçli bir şekilde 2013 ve öncesindeki kazanımlar noktasında tutulmaya çalışıldığını, ülkede bu tarihten sonrasının hiç yaşanmadığını sanırsınız.
Ancak, başta AİHM olmak üzere Avrupa kazanımlarını savunma güdüsüne sahip tüm Avrupa kurumları bilmelidir ki, bu tarihten sonrası yaşanmıştır ve tüm acıları ile birlikte yaşanmaya devam etmektedir.
Fikir, inanç ve bunları ifade özgürlüğü gibi kavramları, demokratik değerleri savunan Türkiye entellektüellerinin adeta kafasına vura vura içselleştiren bu acılar, çocuklarımıza daha insan hakları merkezli ve demokratik bir ülke bırakmanın yolunu elbette açacaktır.
Ama tarihe geçecek ve kuruluş felsefesine uygun idealist tercihler beklediğimiz kurumların yaptığı, “reel politik” kaygısı taşıyan ve günlük peşin kazanımları önceleyen tercihleri de unutulmayacaktır.
Bu makale www.ahvalnews.com adresinden alınmıştır. Makalenin aslına aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz: