
AİHM BÜYÜK DAİRESİNİN YALÇINKAYA/TÜRKİYE KARARI İDARİ DAVALARI (İhraç ve Kapatma – Malvarlığına El Koyma Davalarını) ETKİLER Mİ?
- Ana Sayfa SliderMakale ve Haberler
- Ekim 22, 2023
- 49 Dakika Okuma Süresi
AİHM BÜYÜK DAİRESİNİN YALÇINKAYA/TÜRKİYE KARARI İDARİ DAVALARI (İhraç ve Kapatma – Malvarlığına El Koyma Davalarını) ETKİLER Mİ?
Emre Tan[1]
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) Büyük Dairesi’nin 26.09.2023 tarihinde açıkladığı Yalçınkaya/Türkiye kararı Türk ve Dünya kamuoyunda geniş yer buldu, karar üzerine haklı olarak çok fazla konuşuldu, yazıldı, çizildi. Karar bir ceza dosyasına ilişkin olduğu için açıklamalar ve hukuki tartışmalar da tabiatıyla daha ziyade ceza yargılaması kapsamında yapıldı. Biz de burada kararı kısaca İDARİ YARGILAMA kapsamında değerlendirmek istiyoruz.
Hemen ifade etmek gerekir ki 185 sayfa tutarındaki kararı birkaç sayfalık bir yazıda hakkıyla anlatabilmek mümkün olmasa da en azından kararın idari davaları etkileme kapasitesine çok genel hatlar ile ışık tutma amacındayız.
Karar çıktıktan sonra kamuoyu nezdinde oluşan istifhamlara kısa cevaplar vermek suretiyle kararı idari davalar yönünden değerlendireceğiz:
1. AİHM Büyük Daire Kararı Nedir, Etkisi Nasıldır?
Bilindiği üzere AİHM, şimdiye kadar dünya üzerinde insan hak ve özgürlüklerini koruma mekanizması bağlamında oluşturulmuş en etkili ve en kapsamlı Yüksek Mahkemedir. AİHM içerisinde 5 BÖLÜM bulunur, Bölümler içerisinde DAİRELER yer alır. AİHM, Daireler aracılığıyla yargılama yapar. Daireler 7 Yargıçtan oluşur. Bunlardan birisi Ülke Yargıcıdır. Hangi dairede hangi yargıcın görev yapacağı önceden bellidir. Daire kararları İÇTİHAT niteliği taşır.
BÜYÜK DAİRE bu Yüksek Mahkemenin en büyük ve en yetkili organıdır. 17 Yargıçtan oluşur. AİHM Başkanı, 2 başkan yardımcısı, bölüm başkanları, Ülke Yargıcı Büyük Dairenin doğal üyesidirler. Geriye kalan yargıçlar kur’a yoluyla seçilir. Yalçınkaya kararında geriye kalan 10 Yargıç kur’a yoluyla seçilmişlerdir.
Büyük Daire kararları dünyadaki 46 ülkede İÇTİHAT etkisine sahiptir. Büyük Daire kararları KESİNDİR, uygulanması MECBURİDİR. Büyük Dairenin üzerinde daha büyük ve yetkili bir başka yargılama yeri yoktur. Büyük Daire 46 ülkeyi etkileyen en üst yargılama yeridir.
2. AİHM Kararları Ülkeler Tarafından Uygulanmak Zorunda Mıdır, Uygulanmazsa Ne Olur?
Yukarıda da söylediğimiz gibi AİHM insan hakları alanında dünya üzerinde şimdiye kadar kurulmuş en yetkili yargı merciidir. AİHM kararları dünya üzerindeki 46 ülkede uygulanır. AİHM Büyük Dairesi kararları da yine söz konusu 46 ülkede adeta bir İÇTİHADI BİRLEŞTİRME KARARI gibi hukuki etkiye sahiptir.
(Burada şu hususu da ifade etmek istiyoruz. Yalçınkaya kararı çıktıktan sonra kamuoyunda yapılan kimi tartışma ve açıklamalarda İngiltere’nin Avrupa Birliğinden çıktığına atıf yapılarak halen AİHM in yargı yetkisi alanındaki ülke sayısında tereddütlere düşüldüğünü görmekteyiz.
İfade etmek gerekir ki, Avrupa Birliğine üye olmak ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) kapsamında AİHM in yargı yetkisini tanımış olmak başka başka şeylerdir. İngiltere her ne kadar artık Avrupa Birliği üyesi olmasa da, Avrupa Konseyi’ni ilk kuran 10 ülkeden biri olup halen Konsey üyeliği devam etmektedir. Aynen Türkiye gibi, aynen Azerbaycan gibi Avrupa Birliği üyesi olmayan ancak Avrupa Konseyi Üyesi sıfatıyla AİHM yargı yetkisini tanıyan ülkelerden birisidir. Ancak son zamanlarda İngiltere’de özellikle göç ve sığınma hukuku bağlamında AİHM in yargı yetkisinden çıkılması tartışmalarının gündemi işgal ettiğini de belirtmek gerekir.)
AİHM kararları uygulanmaz ise Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) kapsamında atılan imzanın da bir anlamı kalmaz, zira sözleşmeye uyulmamasının yaptırımı kalmamış olur. Yani ben sözleşmeye imza atayım ama AİHM in yargı yetkisini kabul etmeyeyim, AİHM kararlarını uygulamayayım diye bir şey söz konusu olamaz. Kararın uygulanıp uygulanmadığı birkaç ayda bir Avrupa Konseyi bünyesinde değerlendirilir. Uygulanmadığına ve uygulanmayacağına kanaat getirilirse, ilgili ülkenin Avrupa Konseyinden çıkarılmasına kadar değişik yaptırımlar uygulanır.
3. Avrupa Konseyinden Çıkmak-Çıkarılmak Ne Demektir, Etkileri Nelerdir?
Avrupa Konseyinden çıkmak demek, Avrupa ile hukuki, ticari, askeri, insani bağları son derece zayıflatmak anlamına gelir ki, bu durum ilgili ülkenin dünya üzerindeki itibarı ve ekonomisi üzerinde oldukça olumsuz sonuçlar doğurur.
Ekonomik olarak oldukça güçlü bir ülke olan İngiltere bile Avrupa Birliğinden ayrılmasına rağmen Avrupa Konseyinde kalmış ve AİHM in yargı yetkisini tanımaya devam etmiş olup Konseyden ayrılmanın ekonomik ve siyasi sonuçlarını göğüslemekten çekinmiştir.
Avrupa Konseyinden çekilme veya çıkarılmaya sebep olma eylemlerinde bulunan yetkililer hakkında bu eylemleri ileride ülkenin çıkarlarına uygun hareket etmemek anlamında yorumlanabilir.
4. Yalçınkaya-Türkiye Kararını Hukukçu Olmayanlar İçin Bir Paragrafta Anlatabilir Misiniz?
AİHM, bu kararda 433 paragraf altında pek çok saptama yapmıştır. Karşı oylar ile karar 500’den fazla paragraftan oluşmaktadır. Haliyle böyle kapsamlı bir kararı bir paragrafta anlatmak abesle iştigal olur. Ancak yine de soruya cevap olması bakımından şu şekilde söyleyebiliriz:
Devlet okulunda öğretmen olarak görev yapmakta iken ihraç edilen ve Türk Mahkemeleri tarafından cezalandırılan Sn. Yalçınkaya’nın terör örgütü üyeliğinden cezalandırılmasına gerekçe olarak gösterilen (iddia olunan) eylemleri şunlardır:
a. Bylock kullanmak
b. Bank Asya’da hesabı olmak
c. Aktif Eğitimciler Sendikası üyesi ve Kayseri Gönüllü Eğitimciler Derneği üyesi olmak
Ağır Ceza Mahkemesi, Yalçınkaya yı bu eylemlerden dolayı terör örgütü üyeliğinden mahkûm etmiş, İstinaf ve Yargıtay bu kararı onaylamış, Anayasa Mahkemesinin (AYM) de bu mahkûmiyet kararı ile insan haklarının ihlal edilmediğine karar vermesi üzerine 2020 yılında AİHM’e müracaat edilmiş, AİHM Dairesi bu davayı EMSAL DAVA (Leading Case) olarak seçerek içtihat oluşturması için BÜYÜK DAİRE ye göndermiş, Büyük Daire de 26 Eylül 2023 tarihinde yazılı kararını açıklamıştır.
Bu kararda esas itibarıyla BYLOCK meselesi hukuki aydınlığa kavuşturulmuş, mahkumiyete dayalı diğer gerekçelere de değinilmiştir. Buna göre:
a. BYLOCK KULLANMAK, AİHM tarafından şimdiye kadar hiçbir mahkemenin yap(a)madığı ölçüde ciddi şekilde incelenmiş, bu hususta Sözleşmenin (AİHS) 6 ve 7. Maddelerine göre ihlal kararı verilmiştir. Mahkemeye göre, Bylock kullanmak değil, Bylock ile ne yaptığın önemlidir. Bylock içeriklerinde ilgilinin silahlı terör suçuna dahil olduğuna ilişkin bir yazışması-iletişimi yok ise sadece Bylock kullanmak, ilgilinin aleyhine otomatik olarak terör örgütü üyeliğine delil olarak kullanılamaz.
b. BANK ASYA’da HESABI OLMAK: Mahkemeye göre Türk Hukukunda bir yapının terör örgütü kabul edilebilmesi ancak yargı kararı ile olmaktadır. Gülen Hareketi hususundaki ilk Yargıtay Kararı 2017 yılındadır. İlgilinin Bank Asya hesap hareketleri ise 2014 yılına aittir. Bu sebeple anılan tarihte ilgilinin söz konusu banka hesabının terör suçu oluşturduğunu bilmesi beklenemez, zira anılan tarihte bu eylemler YASALLIK KARİNESİ nden yararlanırlar. AİHS 6 ve7. maddelere aykırılıktan dolayı ihlal kararı verilmiştir.
c. SENDİKA ve DERNEK ÜYESİ OLMAK hususunda AİHS 6 ve 11. Maddelerine göre ihlal kararı verilmiştir. Mahkemeye göre 2016 yılına kadar olan dernek ve sendika üyelikleri de yasallık karinesinden yararlanır. Bu dernek ve sendika bünyesinde ilgilinin hangi eylemleri işleyerek terör suçu işlediği mahkemelerce ispat edilemediğinden, yasallık karinesi yerel mahkemelerce çürütülememiştir.
5. AİHS 7. Maddeden İhlal Verilmesi Ne Anlama Geliyor, Bu Husus Neden Bu Kadar Önemli?
AİHS 7/1. Maddesi şöyledir: “Hiç kimse, işlendiği zaman ulusal veya uluslararası hukuka göre suç oluşturmayan bir eylem veya ihmalden dolayı suçlu bulunamaz. Aynı biçimde, suçun işlendiği sırada uygulanabilir olan cezadan daha ağır bir ceza verilemez.”
AİHS 7. Maddesi, hukukun ve adaletin en önemli sacayaklarından birisidir. En basit anlamıyla bu madde “kanunsuz suç ve ceza olmaz, yeni çıkan ceza kanunu kişinin aleyhine geçmişe yürütülemez” demektedir.
Yani buna göre devlet tarafından bir eylem önce suç olarak belirlenecek ve ancak bundan sonra cezalandırılabilecektir. Bir eylemin suç oluşturduğu halka duyurulmaksızın daha sonra o eylemden dolayı kişilerin cezalandırılması mümkün olamaz. Ayrıca sonradan çıkarılan bir kanun geriye yürütülmek suretiyle daha evvelki suç oluşturmayan eylemlere uygulanamaz.
Mahkeme burada şunları söylemiştir:
Gülen Hareketinin terör örgütü olduğuna ilişkin Türkiye’deki ilk Yüksek Mahkeme kararı 2017 yılındadır. KHK lar Temmuz 2016 tarihini taşımaktadırlar. Başvurucunun üzerine atılı tüm eylemlerin tamamı ise bunlardan öncedir. Başvurucu Yüksel Yalçınkaya hakkındaki Bank Asya iddiası 2014 yılına ilişkin, Bylock iddiası 2015 yılına ilişkin, sendika ve dernek üyeliği iddiaları da Haziran 2016 ya kadar olan iddialardır.
Bylock uygulamasını kullanmanın suç olduğunu, söz konusu dernek veya sendikaya üye olmanın suç olduğunu, söz konusu bankada hesabı olmanın terör suçu oluşturabileceğini başvurucunun bilmesi mümkün değildi. Zira söz konusu eylemler anılan tarihlerde yasal ve legal eylemler idiler. Başvurucunun bu eylemleri terör suçu niyetiyle yaptığı veyahut terör suçu oluşturduğunu bildiği de yerel mahkemelerce ispatlanamamıştır. Mahkemeler tarafından daha sonra suç olarak kabul edilen bu tür eylemler geçmişe yürütülmek suretiyle kişiler aleyhinde delil olarak kullanılamaz. Mahkemeler ise bunu otomatik olarak yapmışlar ve yapmaya devam etmektedirler. Bu sebeple işlendiği zaman suç olmayan eylemleri mahkemeler daha sonra terör suçu olarak kabul edip kişileri cezalandırmış olduklarından olayda 7. maddenin ihlali söz konusudur.
AİHS 7. maddesi, insan hakları hukukunun temel taşıdır. Bu sebeple ülkeler 7. maddeden ihlal almaktan oldukça çekinirler, bu durum o ülkenin hukuki kalitesini düşürür ve hukuk camiasında bir ülke için oldukça kötü bir durumdur. AİHM Daireleri 7. maddenin önemi ve etkisi dolayısıyla bu maddeyi kullanmakta oldukça kıskanç davranmakta, bu maddeden kolay kolay ihlal kararı vermemektedirler. Zira söz konusu olan ilgili ülkenin hukuki itibarıdır.
Bildiğimiz kadarıyla AİHM Büyük Dairesi 7. madde kapsamında şimdiye kadar 8 ihlal karar vermiştir. Bunlardan ikisi Türkiye aleyhine olup biri de işte bu Yalçınkaya/Türkiye kararıdır. İfade etmek gerekir ki, AİHM Büyük Daire tarihinde şimdiye kadar 7. madde dolayısıyla verilen EN AĞIR İHLAL KARARI Yalçınkaya/Türkiye kararıdır. Yalçınkaya kararının on yıllar boyunca dünyadaki tüm hukuk fakültelerinde İnsan Hakları Derslerinde hukuk öğrencilerine kötüyü gösterme adına okutulacağını söylemeye bile gerek yoktur. Bu kararın çıkmasına sebep olan yetkililer bu eylemleriyle maalesef ülkenin itibarına sürülen bu kara lekeye sebebiyet vermişlerdir.
6. Yalçınkaya Kararı Emsal Nitelikte Midir yoksa Dosyasına Münhasır Bir Karar Mıdır? Bu Karar Benzer Dosyalar İçin Emsal Teşkil Eder mi?
Kararın açıklanmasından sonra Adalet Bakanı Sn. Yılmaz Tunç “AİHM yetkisini aşarak delil incelemesi yapmıştır, bu karar kabul edilemez. Bu karar emsal bir karar değildir” şeklinde beyanatlarda bulunmuştur.
AİHM, yetkisini aşarak delil incelemesi yaptı mı?
Evet bu davada AİHM delil incelemesi yapmıştır ancak yetkisini aşmamıştır. Bireysel başvurularda AİHM, bir bulgunun delil niteliği taşıyıp taşımadığı, taşıyor ise delilin kuvveti, delillerin adalete uygun toplanıp toplanmadığı, mahkemelerin delilleri hakkaniyete uygun değerlendirilip değerlendirilmediğini inceleme yetkisine sahiptir.
Bu yetkinin bir amacı da ulusal mahkemelerin siyasetin baskısı ile normalde delil olarak kabul edilemeyecek bir bulguyu delil kabul etmelerinin önüne geçmektir. Bir başka anlatımla AİHM’e verilmiş olan bu yetki, siyasetin baskısı ile mahkemelerin delil uydurmalarını da engellemeye yöneliktir.
Aksi takdirde AİHM in bu yetkisi olmasa, sözgelimi “iktidar partisinin binalarının önünden geçerken tek gözünü kapatarak buradan geçmeyi” iktidar partisinin baskısı ile ulusal mahkemelerin suç delili olarak kabul etmesi durumunda, delil inceleme yetkisi olmayan AİHM in de bunu bir delil olarak kabul etmekten başka çaresi kalmayacak ve iktidar partisinin binalarının önünden iki gözü açık olarak geçmeyenler suç işlemiş sayılabileceklerdir. Yani bir başka anlatımla AİHM yargılamasının bir mantığı kalmayacak ve bu yargılama hukuk ve adalete değil siyasi iradeye hizmet edecektir.
AİHM bu kararda bu yetkisi kapsamında delil incelemesi yapmış ve Bylock delilini kıyasıya irdelemiştir.
AİHM, bu yetkisini kullanmamak suretiyle ve Sayın Bakanın istediği tarzda bir yargılama yapmış olsaydı, kendisine verilen görevi yapmamış olurdu. Dolayısıyla AİHM bu karar ile yetkisini aşmamış, içinde Türkiye Cumhuriyeti’nin de bulunduğu 46 ülke tarafından kendisine verilmiş olan GÖREVİNİ YAPMIŞTIR.
Ayrıca bu vesile ile şu hukuki gerçeği de hatırlatmak isteriz ki, evet AİHM, AYM gibi bireysel başvuru yargılama makamlarının yetkisi İKİNCİL dir. Yani bunlar yerel mahkemeler gibi dosyanın içerisine girerek detaylı inceleme yapamazlar, sadece temel insan haklarının söz konusu olduğu noktalarda yargılama yapabilirler. Buna İKİNCİLLİK İLKESİ de denilir. Ancak hemen belirtmek gerekir ki İkincillik İlkesi, AİHM ve AYM gibi Yüksek Mahkemelerin, bireysel başvuru davalarında dosyadaki delilleri hiçbir şekilde incelemeyecekleri anlamına gelmez. Delil incelemesi yapılmaması durumunda temel insan hakları ihlal edilecekse söz konusu inceleme yapılmak zorundadır.
Nitekim Türk Anayasa Mahkemesi de kamuoyunda Balyoz Davası olarak bilinen dava bireysel başvuru yoluyla önüne geldiğinde dosyayı deliller yönünden detaylı bir şekilde incelemiş, delil incelemesi ve delil değerlendirmesi yapmış ve 18.06.2014 tarihli kararında
- Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök ve Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman’ın ifadelerinin alınmaması
- Dijital delillere yönelik kuşkular bulunması
gerekçelerinden hareketle hak ihlali kararı vermiş[2] ve bu karar neticesinde Balyoz Davasında yargılanan yüzlerce subay tahliye ve beraat etmişlerdir.
Görüldüğü üzere Sn. Bakan’ın eleştirdiği incelemeyi Türk Anayasa Mahkemesi de 2014 yılında yapmış ve söz konusu karar üzerine ne Sn. Bakan ve ne de dahil olduğu siyasi parti tarafından “Anayasa Mahkemesinin delil incelemesi yaparak yetkisini aştığı” yolunda bir eleştiri getirilmemiştir.
Sayın Bakanın ileri sürdüğü görüş doğru kabul edilirse bu sefer halen TSK da görev yapmakta olan yüzlerce subayın Balyoz Davasından dolayı tekrar cezalandırılmaları ve cezaevine girmeleri icap eder.
Görüldüğü üzere siyasiler 9 sene ara ile farklı görüşleri savunabilmektedirler. Bu hususta mahkemelere ve bağımsız yargıçlara düşen görev siyasilerin peşine takılmadan hukuku ve adaleti özgür ve tarafsızca işletmektir.
Yalçınkaya/Türkiye kararı emsal bir karar mıdır, yoksa sadece Yüksel Yalçınkaya’yı mı ilgilendirir?
Yukarıda da belirttiğimiz üzere bu dosyanın AİHM Dairesi tarafından Büyük Daireye gönderilmesinin amacı zaten bir EMSAL KARAR verilmesi içindir. Yani AİHM Dairesi bu hususlarda Büyük Daireden, diğer benzer dosyaları da etkileyecek bir İÇTİHAT talep etmiş ve Büyük Daire bu şekilde davaya bakabilmiştir.
Nitekim kararın 414 ve 415. paragrafları[3] ile 418. paragrafında[4] kararın emsal bir karar olduğu, tek bir davaya ilişkin olmadığı, Mahkemenin önündeki 8.000 ve Mahkemenin önüne gelebilecek belki yüz bin kadar davayı ilgilendirdiği hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde açık ve net olarak belirtilmiştir.
Bu sebeple Yalçınkaya/Türkiye kararı, iddianamesinde Bylock bir delil olarak gösterilmiş tüm soruşturmaları ve ceza yargılamalarını etkileyecek ve 100.000 den fazla kişiye etkili olacak şekilde yazılmış EMSAL BİR KARARDIR. Bu hususun izahına aşağıda devam edeceğiz.
7. Yalçınkaya/Türkiye Kararı İhraç Davalarını Etkiler Mi?
Yalçınkaya/Türkiye kararı Türk Mahkemeleri tarafından verilen CEZA YARGILAMASI kapsamındaki bir karara ilişkindir. Bu sebeple ilgilendiği ve etkilediği dava tipi esas itibarıyla CEZA DAVALARIDIR.
Bununla birlikte bu karar terör örgütüne iltisak, irtibat, mensubiyet veya üyelik sebebiyle KHK ile ihraç edilen kişiler için de bir anlam ifade eder mi?
Öncelikle idari yargılamadaki bir ilkeyi belirtmek gerekir ki bu ilke “ceza yargılaması kapsamında alınan beraat veya takipsizlik kararlarının, aynı kişinin idari yargı önündeki meslekten ihraç veya disiplin cezası işlemlerinin de OTOMATİKMAN iptalini sağlamayacağı” ilkesidir.
Bir başka anlatımla, ceza mahkemeleri tarafından verilen beraat kararları bazı durumlarda idari yargıdaki davaları da etkiler ancak bunun bazı şartları vardır, bu koşullar yerine gelmeden bu husus otomatik olarak gerçekleşmez.
Bu şartlardan birisi, ceza yargılamasına konu eylem ile idari yargılamaya konu eylemin AYNI olmasıdır. Örneğin bir memur amirine hakaretten dolayı ceza yargılamasında beraat etmişse, bu beraat kararının idari yargıdaki disiplin cezasını etkileyebilmesi için disiplin cezasının da amirine hakaret sebebiyle verilmiş olması gerekir.
Diğer bir şart ise, ceza yargılamasındaki beraat kararının “delil yetersizliği” veya “suçun unsurlarının oluşmadığı” gerekçesiyle değil, “suçun bu şahıs tarafından işlenmediği” gerekçesiyle verilmesidir. Örneğimizden ilerlersek amirine hakaret suçundan dolayı yapılan ceza yargılamasında “şahsın amirine hakaret etmediği” sebebiyle beraat etmesi, idari yargıdaki davayı da direkt etkiler, bu sebeple verilen disiplin cezasının da iptali gerekir. Ancak “şahsın amirine hakaret ettiği hususunda ceza vermeye yeterli delil bulunmadığı” yolunda verilen bir beraat kararı idari yargıdaki disiplin cezasını direkt etkilemez, zira idari yargı yeri bu durumda delillerin yeterli olup olmadığını serbestçe takdir eder, yeterli olmadığı kanaatine varırsa, beraat kararını da ek delil olarak kullanmak suretiyle disiplin cezasını iptal eder.
Yazımız bir hukuk makalesi olmadığı için, bu iki şartı aktarmak ile iktifa ediyoruz.
Bu ilkeleri olayımıza uygulamadan evvel, KHK ile yapılan ihraçlarda “üyelik ve mensubiyet” terimlerinden başkaca “irtibat ve iltisak” gibi terimlerin icat edilerek KHK lara ve dolayısıyla ihraç kararlarına bu terimlerin de yazılmasının tesadüfi olmadığı, bunların önceden hukukçular tarafından etraflıca düşünüldükten sonra icat edilen terimler olduğunu da belirtmek gerekir.
Darbe girişiminin hemen ardından çıkarılan KHK lara, daha önceki personel mevzuatımızda rastlanılmadığı şekilde İRTİBAT ve İLTİSAK terimlerinin de eklenmesi, bunların hukukçular tarafından derin bir çalışma yapılmak suretiyle oluşturulduğu, bu terimlerin darbe ortamında alelacele üretilen terimler olmadığı izlenimini güçlendirmektedir.
Bir başka ifade ile, ceza yargılamasında beraat eden kişilerin, idari yargıdaki ihraç davalarının yukarıda belirttiğimiz ilkeler uyarınca “irtibat ve iltisak” sebebiyle bu beraat kararından etkilenmemesinin amaçlandığı açıktır.
Dolayısıyla, KHK ları çıkaran ORTAK AKIL, söz konusu kişilerin terör örgütü üyeliğinden BERAAT EDEBİLECEKLERİNİ de hesap etmiş ve ihraçların devamı için bu terimleri geliştirmişlerdir. Yani şu anda karşılaşılan hukuki durum, KHK lar çıkarılmadan önce siyasi iktidar tarafından hesaplanmış bir durumdur.
Mevcut durumun fotoğrafını iyi çekmek lazımdır ki, hukuki değerlendirmesini de sağlıklı yapabilelim.
Şimdi, yukarıda bahsettiğimiz ilkeleri olayımıza uyguladığımız zaman, Sn. Yalçınkaya Bylock Kullanmak, Bank Asya da Hesabı Olmak, Kapatılan Dernek ve Sendikada Üyeliği Bulunmak eylemlerinden dolayı terör örgütü üyeliğinden mahkûm edilmiştir. AİHM Büyük Dairesi tarafından Sn. Yalçınkaya’nın iddia edilen bu eylemlerinin suç teşkil etmediği, yasallık karinesine tabi oldukları, işlendikleri zaman legal eylemler oldukları, aksi düşüncenin kanunun geriye yürütülmesi anlamını taşıdığı, Bylock iletişimlerinde şahsın terör kapsamında bir paylaşımının bulunmaması durumunda bu iletişimlerin terör örgütüne üyelik kapsamında değerlendirilemeyeceği gerekçesiyle HAK İHLALİ kararı verilmiştir. Bu karar karşısında adıgeçenin yeniden yargılanarak terör örgütü üyeliği suçunu işlemediği gerekçesiyle BERAAT etmesi lazımdır.
Aynı zaman diliminde, aynı eylemlerden dolayı KHK ile ihraç edilen Sn. Yalçınkaya’nın idari yargıdaki dosyasında da ihraç kararının idari yargı yeri tarafından iptali gerekir. Yani söz konusu şahıs ceza yargılamasında BERAAT etmeli, idari yargıda da ihraç kararı İPTAL edilerek yoksun kaldığı tüm parasal hakları tazmin edilmelidir.
Sn. Yalçınkaya hakkındaki hukuki durum böyle olmakla birlikte, örgüt üyeliğinden ceza alan ve/veya KHK ile ihraç edilen diğer kamu görevlilerinin hukuki durumu ne olacaktır?
Hemen ifade etmek gerekir ki, Büyük Daire kararda bu hususu açıkça belirtmiştir. Selahattin Demirtaş’ın tutukluluğu hakkında vermiş olduğu ihlal kararının etkisiz bırakıldığını (tutuklu olan adı geçenin davasının bu zaman diliminde hemen karara bağlanarak kişinin hükümlü statüsünde olduğu, artık tutuklu sayılamayacağından AİHM kararının uygulanamayacağı yolundaki hukuki yorumdan bahsediyoruz) gören AİHM, bu kararın da etkisiz kalmaması için bu hususu kararda etraflıca açıklama yoluna gitmiştir.
Nitekim kararda a) başvuranla ilgili alınması gereken bireysel tedbirler, b) benzer vakalara ilişkin alınacak tedbirler olmak üzere iki ayrı bölüm açmış ve açıklamalarını burada ayrı ayrı yapmıştır. b) bölümünde Bylock hususundaki olayın münferit bir olay olmadığı, pek çok kişiyi etkileyen sistemik bir sorun teşkil ettiği, AİHM önünde şu anda benzer 8.000 civarında başvuru olduğunu ifade etmiştir (paragraf 414).
Öte yandan Büyük Daire, AİHM önüne Bylock sebebiyle gelebilecek başvuru sayısının 100.000 civarında olduğunu (paragraf 415), pek çok insanı etkileyen sistemik böyle bir sorunun ulusal düzeyde genel tedbirler alınmak suretiyle çözülmesi gerektiğinin Mahkemenin içtihadı olduğu,[5] gelecekte pek çok davada benzer ihlalleri tespit etmek zorunda kalmamak için bu kararda tespit edilen hususların Türk makamları tarafından başvuranın özel davasının ötesinde geniş bir ölçüde ele alınması gerektiği, zaten AİHM kararlarının uygulanmasının Türk Anayasasının 90/5 maddesi uyarınca da bir zorunluluk olduğunu açıkça ifade etmiştir (paragraf 418).
Buna göre söz konusu kararın dosyasına münhasır olmayıp HERKESİ ETKİLEYECEK EMSAL BİR KARAR OLDUĞU bizzat Büyük Daire tarafından açıkça hükme bağlanmıştır. Bu nedenle siyasi irade ve mahkemeler bu karar karşısında BAĞLI YETKİ kapsamında kalmaktadırlar ve bu kararın emredici hükümlerini uygulamaktan başka bir yetkileri bulunmamaktadır.
Bu durumda soruya tekrar dönecek olursak ilgililerin ceza yargılamasında hangi eylemlerden ötürü yargılandıkları önemlidir. Ceza yargılamasında Bylock, Bank Asya Hesabı, kapatılan sendika ve derneğe üyelik eylemleri kendilerine izafe edilmişse, Yalçınkaya/Türkiye kararından sonra artık bu eylemler (Bylock iletişimlerinde terör örgütü üyesi olduklarını kanıtlayan bir paylaşımları bulunmadığı müddetçe) ceza yargılamasında aleyhlerine kullanılamaz. Haklarında kendilerine izafe edilen başka eylemler var ise bunlardan dolayı yargılanırlar.
KHK ile ihraç edilenler de eğer bireysel gerekçelerle ihraç edilmiş iseler ve bu gerekçeler arasında yukarıda saydığımız eylemler yer alıyorsa, bu eylemlerden dolayı artık KUSURLANDIRILAMAMALARI gerekir. Bu eylemlerden başka eylemler ihraç kararında kendilerine izafe edilmiş ise idari yargı yeri sadece diğer eylemler yönünden yargılama yapar.
Bilindiği üzere KHK sebebiyle ihraç edilenlerin ezici çoğunluğu bireysel gerekçelerle değil sadece KHK hükmünün yazılması neticesinde listeler halinde, ortak ve şablon gerekçe ile ihraç edildiklerinden idari yargı yerlerince bunlar hakkında yapılan yargılamada da Bylock Kullanımı (içeriklerinde terör örgütü ile ilişkili oldukları sonucunu doğuracak bir paylaşımları yoksa), Bank Asya Hesabı, Sendika ve Dernek Üyeliği gibi iddialar Büyük Daire kararı karşısında artık gözardı edilmeli, kişi hakkında başka bir delil var ise o deliller açısından yargısal inceleme yapılmalıdır.
8. Bu Karar Kurumların Kapatılmasına ve Malvarlığına Elkonulmasına Karşı Açılan İdari Davaları Etkiler mi?
Yukarıda ifade ettiğimiz veçhile Yalçınkaya/Türkiye davası bir ceza yargılamasına ilişkin olsa da Büyük Daire kararında idari yargıdaki davaları etkileyecek kimi tespitler de yapılmış ve içtihat geliştirilmiştir.
Buna göre, kapatılan sendika ve derneğin 667 sayılı KHK ekindeki torba listede yer almadan önce yasal olarak kurulup legal faaliyet gösterdikleri açıktır. Kapatılmadan önceki faaliyetlerinde şiddeti teşvik etmedikleri veya demokratik toplumun temellerini reddetmedikleri müddetçe yasallık karinesinden yararlanmaları gerekir (bkz. paragraf 390).[6]
Büyük Daire, kararın 391. paragrafında hak ihlali yapmamaları için ulusal mahkemelere bir görev yüklemiştir. Buna göre kapatılan sendika ve derneğin şiddete teşvik veya demokratik bir toplumun temellerini reddetme olarak yorumlanabilecek herhangi bir eylemde bulunup bulunmadığı idare mahkemelerince araştırılmalıdır. Bir başka anlatımla bu kurumların sadece “FETÖ/PDY nin amaçları doğrultusunda hareket ettiği” yolunda soyut ve genel bir ifade yasallık karinesini çürütmek için yeterli olmayıp, bu kurumların cebir ve şiddet kullanıp kullanmadıkları, direkt bir terör eylemlerinin olup olmadığı, demokratik toplumun diğer temellerini reddedip reddetmedikleri yolunda yargısal inceleme yapılmalı ve buna göre karar verilmelidir.[7]
Bu inceleme yapılmadan yürütülecek bir yargılamayı Büyük Daire, idarenin keyfi müdahalelerine karşı gerekli asgari korumayı sağlamayan bir yorumlama ve yargılama şekli olarak kabul edecek ve hak ihlali kararı verecektir.[8]
9. İhraç veya Kapatma-Malvarlığına Elkoyma İşlemlerine Karşı İdari Dava Açılamamış ise Bu Karar Neticesinde Dava Açılabilir mi?
Büyük Daire kararında bu hususa da işaret edilmiş ve “Dolayısıyla, davalı Devlet’in Sözleşme’nin 46. maddesi kapsamındaki yükümlülüklerine uygun olarak, mevcut karardan, özellikle ulusal mahkemeler önünde görülmekte olan davalarla sınırlı olmamak üzere, gerekli sonuçları çıkarmak ve burada ihlal bulgularına yol açan yukarıda tespit edilen sorunu çözmek için uygun olan diğer genel tedbirleri almak yetkili makamlara düşmektedir” denilmek suretiyle sistemik sorunun sadece halihazırda görülmekte olan davalarla sınırlı olmayıp ulusal mahkemeler önüne gelmemiş/gelememiş durumları da kapsadığı, bu durumlarla ilgili olarak da bir çözüm üretilmesi gerektiğine hükmedilmiştir.
Öte yandan Danıştay içtihatlarında da bu sorunun cevabını bulmak zor değildir. Danıştay’ın bu hususta pek çok kararı bulunmakla birlikte yakın zamanda Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun (İDDK) istinaf mahkemelerinin farklı kararları arasındaki aykırılığı gidermek için ortaya koymuş olduğu içtihatta, Anayasa Mahkemesi tarafından bir Kanun maddesinin iptali sonucunda yeni bir hukuki durumun ortaya çıktığına işaret edilerek bu yeni hukuki duruma göre ilgililerin, haklarında bir işlem tesis edilmesi için yaptıkları başvuruların yeni bir başvuru olarak kabul edilmek suretiyle esasının incelenmesi gerektiği hükme bağlanmıştır. [9]
Buna göre mevcut olayda Büyük Daire tarafından da açıkça işaret edildiği üzere Yalçınkaya/Türkiye kararından sonra Bylock, Bank Asya, Dernek-Sendika Üyeliği açılarından yeni bir hukuki durum ortaya çıkmıştır.
Yukarıda bahsettiğimiz AİHM Büyük Daire ve Danıştay İDDK içtihatları dikkate alındığında, şimdiye kadar idari dava açmamış/açamamış olan kimselerin İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun (İYUK) 10. maddesi kapsamında evvelce çalıştıkları kuruma (malvarlığına el koyma için ise Hazineye veya Vakıflar Genel Müdürlüğüne) bir başvuru yapmak suretiyle bu başvurunun açıkça veya zımnen reddi neticesinde süresi içerisinde idari dava açabileceklerini kabul etmek gerekir.
10. İlgililer ve Yetkili Makamlar Tarafından Yapılması Gerekenler Nelerdir?
a. İlgililer veya Avukatları, öncelikle bu önemli kararı iyice anlamalı, karara sahip çıkmalı, kararın duyurulması ve uygulanması için sivil ve barışçıl baskı geliştirmeli, karar özetini yargı yerlerine sunmalıdırlar.
b. Siyasi irade ve TBMM, AİHM Büyük Daire Yalçınkaya/Türkiye kararında hükmedilen hususları yerine getirmek, yani bu oldukça geniş kapsamlı sistemik problemin çözümü için bir an evvel çalışmalara başlamalıdırlar.
c. Anayasa Mahkemesi her ne kadar bu konuda AİHM kararındaki tespitlerden farklı düşünse de karara saygı duyacağını, kararın uygulanması zorunluluğunu deklare etmeli ve kendisi de bir an önce bu karara uygun emsal bir içtihat geliştirmelidir.
d. Yüksek Mahkemeler olan Yargıtay ve Danıştay’ın bu karar sonrasında geniş kapsamlı toplanarak kararın uygulanması adına bir içtihat geliştirmeleri Anayasa 90. maddenin emredici hükmüdür.
e. Yerel Mahkemeler, Yalçınkaya/Türkiye kararından sonra Bylock, Bank Asya, Dernek-Sendika Üyeliği hususlarında Büyük Daire tarafından hükmolunan doğrultuda yargılama yapmak zorundadırlar.
f. Savcılıklar ve Kolluk, söz konusu üç delil ile ilgili olarak artık (Bylock ile ilgili olarak eğer ilgilinin yazışmalarında terörle ilgili bir paylaşım yoksa) vatandaşları gözaltına alma, tutuklamaya sevk etme gibi uygulamalardan vazgeçmelidirler.
g. Barolar, hukukun yanında saf tutmak suretiyle söz konusu kararın uygulanması yolunda açıklama ve çalışmalar yapmalıdırlar.
h. Hukuk fakülteleri ve buralardaki öğretim üyeleri, hukuk derslerinde genç hukukçulara anlattıkları tarzda davranmalı, söz konusu kararın uygulanması doğrultusunda tavır geliştirmelidirler.
i. Gazeteciler ve basın kuruluşları kararın halka doğru anlatılması ve uygulanması gerekliliği noktasında halkın haberdar edilmesine çalışmalıdırlar.
Kararın uygulanmasına yönelik yukarıda bahsettiğimiz eylem ve işlemlerin ifası durumunda, kim bilir belki de bu karar ülkenin tekrar hukuka dönüşünün bir anahtarı olabilir.
11. Belirttiğiniz bu davranışların, ifade ettiğiniz tarzda yerine getirileceğine inanıyor musunuz?
AİHM Büyük Daire Yalçınkaya/Türkiye kararından sonra AYM Başkanı bir açıklama yaparak AYM olarak AİHM Büyük Daire kararına “katılmadıklarını” ifade etti.
Adalet Bakanı, AİHM in yetkisini aştığını, kararın emsal teşkil etmeyip tek bir dosyaya münhasır olduğunu söyledi.
Karar çıktıktan sonra savcılık emriyle kolluk tarafından Bylock sebebiyle gözaltılar yapılmaya devam edildi.
Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Dolayısıyla, Gülen Hareketi ve KHK lılarla ilgili gerek ceza davalarında ve gerekse idari davalarda Türkiye’de adil yargılama yapılmadığını, bahse konu davalarda AİHM Büyük Daire kararlarının dahi Türkiye’de geçersiz olduğunu maalesef bütün dünya ibretle izlemekte ve bu durum davası olan kişilerin yanında ülkenin itibarına da büyük zarar vermektedir.
SONUÇ:
AİHM Büyük Dairesinin vermiş olduğu Yalçınkaya/Türkiye kararı, sadece Türk Hukuk Sistemi için değil dünya hukuk camiası için de bir kazanımdır. Bu kararın sadece Türkler tarafından okunduğunu ve hakkında sadece Türklerin konuşma yaptıklarını düşünmek safdillik olur. Söz konusu karar o kadar önemlidir ki, dünyadaki pek çok hukuk fakültesindeki insan hakları derslerinde genç hukukçulara bu kararın anlatılmaya başlanması, dünya genelindeki gerek yargıç ve gerekse hukuk akademisyenlerinin kararı didik didik ederek kendi hukuk sistemleri için karardan dersler çıkarmaya başlamaları sürpriz olmasa gerektir.
Özel hayata saygı hakkı yönünden inceleme yapılmaması ve tazminata hükmedilmemesi AİHM Büyük Daire kararının eksik yönleridir. Bu kararı veren yargıç ve savcıların Gülen Hareketini bitirmek için kurulan YARGIDA BİRLİK DERNEĞİ üyesi olmalarından dolayı bu davalara bakamayacakları hususunun AİHM nezdinde ileri sürülmemiş olması ise başvurucu ve vekilinin eksik yönüdür.
Ancak belirtmek gerekir ki eksik yönleri olsa da Yalçınkaya/Türkiye kararı hukuk dünyası için çok büyük bir kazanımdır.
Kararın uygulanmaması durumunda diğer dosyalar bakımından AİHM in artık tazminata ve Avrupa Konseyinin de yaptırım uygulama yoluna gidebilmesi mümkündür.
Konu tazminatlardan açılmışken burada kısaca bir hususu ifade etmek istiyoruz.
Bilindiği üzere Anayasanın 40/son maddesinde “Kişinin, resmî görevliler tarafından vaki haksız işlemler sonucu uğradığı zarar kanuna göre, Devletçe tazmin edilir. Devletin sorumlu olan ilgili görevliye RÜCU hakkı saklıdır.”, 129/5 maddesinde de “Memurlar ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlardan doğan tazminat davaları, kendilerine RÜCU edilmek kaydıyla ve kanunun gösterdiği şekil ve şartlara uygun olarak, ancak idare aleyhine açılabilir” hükümleri yer almaktadır.
Hukuk Muhakemeleri Kanununun (HMK) 46. maddesinde de “Hâkimlerin yargılama faaliyetinden dolayı … Devlet aleyhine tazminat davası açılabilir… Devlet, ödediği tazminat nedeniyle, sorumlu hâkime ödeme tarihinden itibaren bir yıl içinde RÜCU eder” hükmü yer almıştır.
AİHM veya AYM tarafından verilen ihlal kararlarında tazminata da hükmedilmesi durumunda bu tazminat Hazine tarafından ödenmekte yani vatandaşın vergilerinden karşılanmaktadır.
(Burada bir ekleme yapmak gerekirse, ülkede meydana gelen hukuksuzlukların tamamının faturasını siyasi iktidara kesmek de insafsızlık olur. Zira ülkeyi hukuksuz bir şekilde yönetmek sadece Türkiye’de değil tüm dünyada eskiden beri siyasi iktidarların bir arzusu ve yöntemi olagelmiştir. Dünyada bazı iktidarlar vardır ki hukuksuz davranışları neticesinde kendilerine artık hukuka dönebilme alanı ve ihtimali dahi bırakmamışlardır. Paragrafın başına dönecek olursak, ülkenin hukuk sistemindeki gerileme sadece iktidarların değil daha ziyade yargıç ve savcıların kabahatidir. Bir tespitte bulunmak gerekirse 2023 yılında Türkiye’deki hukuk sistemi ve yargının işleyişi 2013 yılından daha iyi bir seviyede değildir. Hukuk eksikliği ile geçen 10 yıl maalesef ülkeye çok şey kaybettirmiştir ve bunun sorumlusu sadece iktidar değil aynı zamanda siyasi iradenin ajanı gibi davranan yargıç ve savcılardır (Tarafsızlık ve bağımsızlığını yitirmemiş, hukukçuluğunu kaybetmemiş yargıç ve savcıları değil, yargı camiası içerisine hakim-savcı kılığında sokulan ve sayıları çok daha az olmasına rağmen arkalarındaki siyasi iradenin desteği ile hakimlik-savcılık oynayan şahısları kastediyoruz)).
Tazminat konusuna tekrar dönecek olursak bu tazminatlar, söz konusu tazminata sebep olan kararları veren savcı ve yargıçların değil yediden yetmişe tüm vatandaşların cebinden çıkmaktadır. Hak ihlaline sebep olan savcı ve yargıçlara rücu yolunun işletilmemesi, hukuk sistemini daha da geriletmekte, keyfi karar verme bakımından onları cesaretlendirmektedir.
Bu durum Türkiye’de öyle bir hal almıştır ki bireysel başvuru incelemesi yapan Anayasa Mahkemesi en son verdiği bir kararda, MAKUL SÜREDE YARGILANMA HAKKI İHLALİNİN Türkiye’de artık çok sıradan ve sistematik bir sorun olduğunu ifade ederek bu başvuruları artık İNCELEYEMEDİĞİNİ ifade etmiştir.
Nitekim Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi de bugün (12.10.2023 tarihinde) Osman Kavala hakkındaki AİHM kararının uygulanmaması sebebiyle bundan sorumlu olan yargıç ve savcılar hakkında yaptırım uygulanması tavsiyesini içeren bir karar almıştır.
Hak ihlaline sebep olan kişinin, bu ihlal sebebiyle oluşan tazminatı da ödemesi adaletin gereğidir. Bu sebeple, AİHM ve AYM tarafından hükmedilen tazminatlar Hazine tarafından ilgililere ödendikten sonra Hazineye müracaat edilerek ödenen tazminatlar için ilgili savcı ve yargıçlara rücu edilmesinin istenilmesi, bu talebin reddi durumunda da idare mahkemesinde buna karşı dava açılması lazımdır ki RÜCU sistemi gereği gibi işleyebilsin.
Verdiği kararda esaslı hata bulunduğu takdirde bunun ceremesini kendisinin çekeceğinin bilincinde olan bir yargıç siyasi iktidarın değil hukukun peşine takılır, takılmak istemese bile takılmak mecburiyetinde kalır.
(NOT: Bu yazı müellifçe hiçbir maddi veya manevi bedel beklenmeksizin, bedelsiz ve karşılıksız olarak Türk kamuoyunu hukuki açıdan bilgilendirme amacıyla yazılmıştır. Önceden izin alınmaksızın istenilen mecrada yayınlanabilir, dağıtılabilir, çoğaltılabilir.)
[1] İdare Hukukçusu
[2] Kararın 61. Paragrafı à”Savunmaların dayanağını oluşturan ve dijital verilerin güvenilirliğine ilişkin ciddi kuşkular uyanmasına neden olan bilirkişi raporları ve uzman mütalaaları gözetildiğinde, önemli ölçüde, dijital veri ve içeriklerine dayanan İlk Derece Mahkemesince verilen kararın gerekçesi, adalet gereksinimini giderecek ölçü ve nitelikte, yeterli ve makul olarak değerlendirilemez. Bu sebeple “gerekçeli karar hakkı” ihlal edilmiştir.“
[3] 414. Bu nedenle Mahkeme, mevcut davada Sözleşme’nin 7. ve 6. maddelerinin ihlal edildiğinin tespit edilmesine yol açan durumun, münferit bir olaydan kaynaklanmadığını veya olayların belirli bir şekilde gelişmesine atfedilemeyeceğini, ancak sistemik bir sorundan kaynaklandığının kabul edilebileceğini düşünmektedir . Bu sorun çok sayıda kişiyi etkilemiştir ve etkilemeye devam etmektedir (bkz. mutatis mutandis, Broniowski/Polonya [BD], No. 31443/96, § 189, AİHM 2004-V). Mevcut davada olduğu gibi ByLock kullanımına dayalı mahkûmiyet kararlarına ilişkin olarak Sözleşme’nin 7. ve/veya 6. maddeleri kapsamında yapılan benzer şikâyetleri içeren 8.000‘den fazla başvurunun yapılmış olması bu durumu kanıtlamaktadır .
415.Mevcut davada yargı yetkisinin Büyük Daire’ye bırakılmasının ardından, Hükümet’ten, Anayasa Mahkemesi de dahil olmak üzere, ulusal mahkemeler önünde halen derdest olan ve özellikle mevcut davada olduğu gibi ByLock mesajlaşma uygulamasının kullanımı temelinde Ceza Kanunu’nun 314 § 2 maddesi uyarınca suçlamalar içeren ceza davalarının yaklaşık sayısını belirtmesi talep edilmiştir. Hükümet, ulusal mahkemelerde görülmekte olan ceza davalarına ilişkin resmi istatistiklerin, Mahkeme’nin özel sorusuna cevap vermelerini sağlayacak bilgileri içermediği cevabını vermiştir. Ancak, yetkililer tarafından tespit edilen ByLock kullanıcılarının sayısının yüz bin civarında olduğu göz önünde bulundurulduğunda Mahkeme, Sözleşme’nin 7. ve/veya 6. maddeleri kapsamında benzer şikâyetleri içeren daha birçok başvurunun kendisine yapılabileceğini not etmektedir.
[4] 418. Bu nedenle Mahkeme, gelecekte çok sayıda davada benzer ihlalleri tespit etmek zorunda kalmamak için, mevcut kararda tespit edilen kusurların, ilgili ve mümkün olduğu ölçüde, Türk makamları tarafından daha geniş bir ölçekte – yani mevcut başvuranın özel davasının ötesinde – ele alınması gerektiği görüşündedir. Dolayısıyla, davalı Devlet’in Sözleşme’nin 46. maddesi kapsamındaki yükümlülüklerine uygun olarak, mevcut karardan, özellikle ulusal mahkemeler önünde görülmekte olan davalarla sınırlı olmamak üzere, gerekli sonuçları çıkarmak ve burada ihlal bulgularına yol açan yukarıda tespit edilen sorunu çözmek için uygun olan diğer genel tedbirleri almak yetkili makamlara düşmektedir (bkz. yukarıdaki 414. paragraf; ayrıca bkz., gerekli uyarlamalarla, Guðmundur Andri Ástráðsson / İzlanda [BD], No. 26374/18, § 314, 1 Aralık 2020). Daha spesifik olarak, ulusal mahkemelerin, mevcut kararda yorumlandığı ve uygulandığı şekliyle ilgili Sözleşme standartlarını gerekli şekilde dikkate almaları gerekmektedir. Mahkeme bu bağlamda, Sözleşme’nin 46. maddesinin, usulüne uygun olarak yürürlüğe konulmuş uluslararası anlaşmaların kanun hükmünde olduğu ve bunların anayasaya uygunluğuna itiraz etmek için Anayasa Mahkemesine başvurulamayacağı şeklindeki Türkiye Anayasası’nın 90 § 5 maddesi uyarınca Türkiye’de anayasal bir kural hükmünde olduğunun altını çizmektedir (bkz. 141 yukarıda).
[5] 416. Mahkemenin içtihadına göre, bir ihlalin çok sayıda insanı etkileyen sistemik bir sorundan kaynaklandığı durumlarda, böyle bir kararın icrası için ulusal düzeyde genel tedbirler alınması gerekecektir (bkz. örneğin, Broniowski, yukarıda anılan, §§ 188-94, ve Văleanu ve Diğerleri/Romanya, No. 59012/17 ve 27 diğerleri, §§ 269-73, 8 Kasım 2022). Mahkeme İçtüzüğü’nün 61. maddesi uyarınca pilot karar usulü çerçevesinde sıklıkla başvurulmasına rağmen, Mahkeme bu usulün uygulanmadığı davalarda da genel tedbirlere işaret etmiştir (bkz. birçok örnek arasında, Lukenda/Slovenya, No. 23032/02, § 98, AİHM 2005-X; Hasan ve Eylem Zengin/Türkiye, No. 1448/04, § 84, 9 Ekim 2007; Manole ve Diğerleri/Moldova, No. 13936/02, § 117, AİHM 2009 (özetler); Grudić/Sırbistan, No. 31925/08, § 99, 17 Nisan 2012; Zorica Jovanović/Sırbistan, No. 21794/08, §§ 92 ve 93, AİHM 2013; Abdullah Yaşa ve Diğerleri/Türkiye, No. 44827/08, § 61, 16 Temmuz 2013; Shishanov/Moldova Cumhuriyeti, No. 11353/06, §§ 123-39, 15 Eylül 2015; ve Tunikova ve Diğerleri/Rusya, No. 55974/16 ve 3 diğerleri, §§ 149-59, 14 Aralık 2021). İster bir pilot karar çerçevesinde ister başka bir şekilde yapılmış olsun, bu tür göstergelerle amaçlanan, ulusal düzeydeki sistemik sorunları çözerek Sözleşmeci Devletlerin, Sözleşme sistemindeki rollerini yerine getirmelerine yardımcı olmaktır.
[6] (390) Söz konusu sendika ve derneğin, darbe girişiminin ardından FETÖ/PDY ile bağlantılı oldukları gerekçesiyle 667 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile kapatılmadan önce yasal olarak kuruldukları ve faaliyet gösterdikleri ortak kabul görmektedir. 667 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile FETÖ/PDY ile bağlantılı olmaları nedeniyle milli güvenliğe tehdit oluşturdukları gerekçesiyle kapatılmadan önce yasal olarak kurulmuş ve faaliyet göstermişlerdir. Mahkeme, görünüşte Sözleşme’nin 11. maddesi kapsamına giren ve şiddeti teşvik etmeyen veya demokratik bir toplumun temellerini başka bir şekilde reddetmeyen eylemlerin yasallık karinesinden yararlanması gerektiğini düşünmektedir.
[7] 391. Bu bağlamda Mahkeme, söz konusu sendika ve derneğin 667 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile kapatılmasına neden olan eylemlerinin niteliğine ilişkin olarak mahkeme kararında herhangi bir açıklama bulunmadığına dikkat çeker. Mahkemenin bu noktadaki değerlendirmesi, söz konusu Kanun Hükmünde Kararname uyarınca FETÖ/PDY ile bağlantılı oldukları gerekçesiyle kapatıldıklarını gözlemlemekle sınırlı kalmıştır (benzer bir tespit için bkz. Adana TAYAD/Türkiye, No. 59835/10, §§ 33-34, 21 Temmuz 2020). Mahkeme kararında, başvuranın bu yapılar içerisinde herhangi bir eylemde bulunup bulunmadığına ve eğer bulunmuşsa, bu eylemlerin niteliğinin ne olduğuna ilişkin herhangi bir açıklama da yer almamıştır (Sözleşme’nin 5. maddesi kapsamında bir tutuklama kararı bağlamında benzer bir durum için bkz. Atilla Taş/Türkiye, No. 72/17, § 129, 19 Ocak 2021). Ayrıca, Ankara Bölge Adliye Mahkemesi, bu hususlara daha fazla açıklık getirmeksizin, dayanılan deliller de dâhil olmak üzere, ilk derece mahkemesinin kararını onamıştır. Son olarak, Hükûmet, Mahkeme önündeki görüşlerinde, bu hususlara ilişkin daha fazla açıklama içeren başka bir ulusal mahkeme kararı sunmamış, sadece söz konusu sendika ve derneğin FETÖ/PDY’nin amaçları doğrultusunda hareket ettiğini ileri sürmüştür.
[8] 396. Yukarıda belirtilen hususlar ışığında Mahkeme, mevcut davada Ceza Kanunu’nun 314 § 2 maddesinin başvuranın Aktif Eğitim-Sen ve Kayseri Gönüllü Eğitimciler Derneği üyeliğiyle ilgili olarak yorumlanma şeklinin, bu hükmün kapsamını öngörülemeyen bir şekilde genişlettiğini, keyfi müdahalelere karşı gerekli asgari korumayı sağlamadığını ve bu nedenle Sözleşme’nin 11 § 2 maddesinin gerektirdiği şekilde “kanunla öngörülmüş” olarak kabul edilemeyeceğini tespit etmektedir.
[9] Anayasa Mahkemesinin verdiği iptal kararı sonucunda yeni bir hukuki durumun ortaya çıktığı açıktır. Nitekim davacıların, oluşan bu yeni hukuki duruma göre, haklarında işlem tesis edilmesi için yaptıkları başvurular, İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 10. maddesi kapsamındadır. Bu nedenle, idarelerin, Anayasa Mahkemesinin iptal kararı üzerine oluşan yeni hukuki duruma göre, davacıların 2577 sayılı Kanun’un 10. maddesi kapsamında yaptıkları başvuruları, ileriye dönük olarak, ilgili mevzuat, başvurucuların atanma yeterliliğini taşıyıp taşımadığı ve boş kadro durumu yönlerinden değerlendirmesi ve haklarında işlem tesis etmesi gerekirken; işin esası hakkında değerlendirme yapılmaksızın başvuruların zımnen ya da Anayasa Mahkemesi kararlarının geriye yürümeyeceği gerekçesiyle reddedilmesinde hukuki isabet görülmemiştir. (Danıştay İDDK, 14.02.2022, E:2022/1, K:2022/4)