AVRUPA KURUMLARI VE İNSAN HAKLARI MAHKEMESİNİN (AİHM) “İKİ GÖZÜM POLİTİKASI”
- Ana Sayfa Sliderİnsan HaklarıMakale ve Haberler
- Kasım 10, 2021
- 8 Dakika Okuma Süresi
Hasan Dursun*
Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi ki bu kurum AİHM kararlarının üye ülkelerde uygulanıp uygulanmadığını denetleyen ve diğer uluslararası insan hakları kurumları arasında AİHM’in icra kabiliyeti olan kararları ile öne çıkmasını sağlayan Konseyin arka plandaki kahramanı olan kurumdur,
AİHM’in Kavala ve Demirtaş kararlarının 30 Eylül’e kadar uygulanması konusunda Türkiye’ye süre tanıdı. Bu kararın uygulanmaması halinde Komite, üye ülkenin Konsey üyeliğinden çıkarılması dahil bir dizi yaptırım yetkisine sahip. Bu noktada sizleri hukuki prosedürlerin çoğu zaman sıkıcı dehlizlerinde dolaştırmayı düşünmüyorum zaten bu kararın hukuki yönüne ilişkin bir çok yorum bu konuda uzman hukukçular tarafından gerek bu platformda gerek farklı medya ve hukuk platformlarında yapıldı ve yapılmaya devam ediyor.
Öncelikle şunu açık yüreklilikle ifade etmek gerekir ki; gerek Osman Kavala gerek Selahattin Demirtaş’ın bu süreçte AİHM kararlarında da tespit edildiği üzere mağdur olduğuna yürekten inanmaktayım. Bu bağlamda yaşadığımız sürecin Türkiye toplumunun birçok farklı kesimine ait insanlara belki de en büyük katkısı “mahalle” ve “bagaj” anlayışlarının diğer bir deyişle toplumun diğer kesimlerine karşı olan ön yargılarının kökten sarsılması, en azından insanlara doğru noktada durup durmadıklarını sorgulatması olmuştur. Öyle ki, bu süreçte mağduriyetlerin asla bir arada düşünülemeyecek birçok kesimi bir araya getirdiğine şahit olduk.
Ancak ulusal planda yaşanan bu önyargı kırılması ve algıların daha doğru zeminlere oturmasına ilişkin bu olumlu süreç, Avrupa’nın insan hakları ve özgürlük değerleri üzerine kurulan kurumları tarafından gerek kararları gerek uygulamaları ile desteklenmesi gerekirken, ulusal bazda terkedilmeye başlanan önyargıların başta Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi olmak üzere Avrupa Konseyinin diğer kurumları ve genelde Avrupa Kurumları tarafından benimsendiğine üzülerek şahit olmaktayız.
Burada, isim isim saymaya gerek olduğunu düşünmüyorum ama sadece Avrupa Konseyi değil Avrupa Birliği de bu konuda sürecin başından beri aynı politikayı benimsemiştir. Avrupa Birliği Türkiye raportörü seviyesindeki bürokratlar Türkiye de yaşanan sorunlara bütüncül bakmak yerine mağdur seçerek bakma yolunu seçmişlerdir. Babası cezaevinde olan, kanser hastası ve hayata tutunmakla arasındaki tek engel yurtdışı çıkış yasağı olan bir çocukla ilgili iki satır paylaşım da bulunayım deme ihtiyacı dahi hissetmemişlerdir.
Avrupa Kurumları gerek Avrupa Birliği gerek Avrupa Konseyi hakkında konuşmalarında ve metinlerinde sıkça kullandıkları Avrupa Birliğini ifade eden “The Union of Values” değerler birliği “Acquis Communitaire” Avrupa Birliği kazanımları veya Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini tanımlayan “Living instrument” yaşayan bir metin, ifadelerini pratiğe taşımalıdır.
Bu kurumlar,” insan” kavramını en çıplak ve tek farkın kadın ve erkek olmak olduğu yalın haliyle yeniden tanımlamalı, insan hakları kavramını salt insan olma üzerinden ele almalı ve politikalarını bu tanıma göre yeniden gözden geçirmelidirler.
Aksi halde bu süreç hukukun tekrar nefes almaya başladığı bir noktaya evrildiğinde, Avrupa Kurumları sessizlikleri hatırlanacak dostlar arasında maalesef fazlasıyla hak ettikleri yeri alacaklardır.
İkinci Dünya savaşı acıları ve o süreçte yaşanan hak ihlallerine ilişkin hatıraları halen taze olan bu kadim kıtanın insan hakları kurumlarının, üzülerek ifade etmeliyim ki, “bizim değer verdiklerimizi bırak gerisi senin olsun” politikaları gelecek nesiller tarafından yargılanmak üzere tarihe kaydedilmektedir.
İnsan kavramı şu an “ bizim için sosyal veya siyasi bir değeri var mı?” , “Hakkında lobi yapan sosyal bir çevre var mı?” gibi ikincil ve insan olmanın yanında oldukça önemsiz ölçülerle sarılmış durumdadır. Daha basit bir anlatımla bunlar yoksa maalesef bu kurumların gözünde hakları savunulacak bir insan da değilsiniz.
Avrupa Kurumlarının kendilerini güncellemeyi reddettikleri nokta temelde şudur. Özellikle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kuruluşundan beri Türkiye davaları açısından insan hakları mücadelesi sürekli etnik kimlik düzleminde devam etmiştir. Şimdi ise İslami yaşam tarzını benimsemiş bir kesim temelleri Avrupa’da zorlu mücadeleler sonucu kazanılmış insan hakları kavramları için mücadele etmekte bununda ötesinde bu mücadeleyi ağır bedeller ödemeyi göze alacak bir ölçüde önemsemekte ve gerektiğinde bu bedeli özgürlükleri ile, vatanlarından ayrı düşmekle, hatta canları ile ödemektedirler. Bu durum Avrupa’nın köklerindeki ezberine ve islami kesim algısına oldukça ters bir durumdur.
Bu noktada Avrupa kurumlarının, özellikle insan hakları kavramı ile adeta bütünleşmiş İnsan Hakları Mahkemesinin yapması gereken bu dönüşümü kabullenmek ve bu insanlara destek vermektir. Bu süreç İslam dünyasının Fransa ihtilali olmaya aday bir süreçtir. Toplumsal değişim ve dönüşümün zihinsel değişimlere dönüşmesi noktasında Avrupa ve Doğu arasındaki üç yüz küsür yıllık zaman fark, maalesef normaldir. Çünkü bu sürecin öncesinde, İnsan Hakları, Hukukun Üstünlüğü, Temel Hak ve Özgürlükler gibi kavramlar, eğitimini Batı kültürü ile almış kişilerin konuşmalarında veya yazılarında kullandıkları süslü ifadeler olmanın ötesine gidememiştir. Bunun nedeni Doğu kültürü açısından bedeli ödenmeden bedava alıntılanmış bu kavramların öneminin gerektiği ölçüde kavranamamış olmasıdır.
Ancak gelinen noktada bu bir fırsattır. Başta Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi olmak üzere Avrupa kurumları, reel politik ifadesiyle kurumsallaştırılan samimiyetsizlikten bir an önce vaz geçmeli ve insan kavramını, etnik köken, dini düşünce vb. zırhlarından arınmış çıplak ve yalın haliyle ele alarak tekrar tanımladığı bir süreci mutlaka hayata geçirmelidir. Avrupa kurumları tarafından Sn. Kavala ve Sn. Demirtaş’ın mücadelesine bundan daha anlamlı bir destek verilemez.
* Member of CrossBorderJurists
Purged Prosecutor in Turkey